Düşünce tarihine baktığımızda birçok düşünürün ölüm kavramını ya doğrudan ya da dolaylı olarak ele aldığını görülmektedir. Ölümün mutlak bir son olduğuna dair düşüncelerle, ölümün yeni bir başlangıç olduğunu öne süren düşünceler, bazen birbirine kökten bir şekilde karşıt olacak şekilde meydan okumuştur. Ölüm kavramı üzerinden kimileri için yaşam anlamlandırılmış, kimileri yaşamı anlamsız bulmuştur.
Ölüm kavramı birçok düşünürün ilgisini çekmiştir. Antikçağ Yunan felsefesinden günümüze konunun farklı yönlerinin ele alındığı görülür. Varlığın var, hiçliğin hiç olduğu düşüncesi ile varlığın değişmez ve bir olduğunu ortaya atan Parmenides günümüze kalan şiirinde şöyle demiştir: “Nasıl yok olabilir var-olan öyleyse? Nasıl doğabilir? Doğduysa var değildir, ilerde doğacaksa da öyle. Böylece doğuş sönmüştür ve ölüm yok olmuştur”. Herakleitos ise ölüme değişim ve karşıtların birliği anlamında yaklaşmıştır: “Ölümsüzler ölümlü, ölümlüler ölümsüz. Biri diğerinin ölümünü yaşar, diğeri de ötekinin yaşamını” .
Büyük bir cesaretle ölüme yürüyen Sokrates’e göre ölümden korkmaya gerek yoktur, ölüm onun için derin ve kabusların olmadığı uykudur, hiçliğin içine dalmaktır.
Platon ise ünlü diyalogları Phaidon ve Sokratesin Savunmasında ruhun ölümsüzlüğünü savunmuş, diyaloglarda Sokrates üzerinden savunulan düşüncelerinde Eski Mısır’ın ve ruh göçüne inanan Pytagorasçıların etkisi görülmektedir ve bu düşünce etkisini hala sürdürmektedir.
Aristoteles daha çok ölümün biyolojik olarak ne anlama geldiğini dile getirmiş, diğer bir yandan da toplumsal anlamda hocasının hocası olan Sokrates gibi ölümün karşısında yiğitçe durmak gerektiğini belirtmiştir. Şu ünlü sözü ise insan yaşamı ve ölümü için çok şey anlatır: “Yaşadığı sürece hiç bir insan mutlu (=eudomania) saymayacak mıyız?”. Teleolojik bakış açısına sahip Aristoteles için ölüm insan yaşamının tamamlayıcısıdır yani ereğidir. Ölümünden önce kişinin yaşamı hakkında bir şey söylenilemeyeceğini dile getirmiştir. Ölüm insan yaşamının bir ereği olarak doğrudan belirleyicidir, yaşamın gücüllüğü ölümde kendisini gösterir.
Epiküros ölümü yaşamın dışında tutmuştur, onun için ölüm yaşamın tadını kaçıran bir durumdur. “Ölüm hiçbir şeydir” diyen filozofun “ Ölüm, bizim için hiçbir şeydir; çünkü biz varken ölüm yoktur; ölüm gelince de biz yokuz. Buna göre ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri, çünkü yaşayanlar için ölüm yoktur, ölüler ise zaten yoktur”. Ona göre insan ölümü düşünmemeli ve ölümden korkmamalıdır.
Stoacılar -Lucretius,Seneca, Cicero,Marcus Aurelius, Epiktetos başta olmak üzere- ölüme çok büyük anlam vermişler, ölümü hayatın merkezine koymuşlardır. Onlar için ölüm yaşamın tamamlayıcısı olarak yaşamın bir parçasıdır, bu noktada Aristoteles’ten etkilenmişlerdir. Her bir Stoacı filozof ölüme dair önemli betimlemelerde bulunmuştur. “İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek iyi yaşamayı öğrenmektir” diyerek ölümün önemini vurgulamışlardır.
Stoacı çizgide olan bütün yaşamı boyunca ölümü hiçe sayan ve yaşamını intiharla sonlandıran Seneca farklı metinlerde ölüm hakkında şunları söylemiştir: “Sanıyoruz ki ölüm önümüzdedir; oysa ölümün büyük kısmı şimdiden geçip gitmiştir. Hayatımızın büyük kısmını ölüm geçirmiştir eline”, “Ölüm var olmamaktır. Bunun ne olduğunu biliyorum artık: benden sonra da, benden önce neydiyse, o olacak”.
Epiktetos, ölümün insan için bir kötülük olup olmadığını ele almıştır ve şöyle demiştir: “Ölüm eğer bir kötülükse, insanlar hep birlikte ya da birer birer ölsün, ne farkı var? Bedenle ruhun birbirlerinden ayrılması dışında nedir ölüm? Hiçbir şey. Ve Grekler ölüp giderse, kapı kapanmış mı olur? Sen ölmeyecek misin? Öleceğim. Öyleyse neden sızlanıyorsun?”
Skolastik dönemim önemli isimlerinden ve Hristiyanlık tarihinde önemli bir yeri olan Augustinus için ölüm gerçek yaşama açılan kapıdır .
Kindi ve Farabiye göre ölüm kötü bir şey değildir, ölümün kötü bir şey olduğunu düşünenler ölüm hakkında bilgisiz olanlardır. Özellikle Farabi’de bedenin ölümünden sonra ruhun ölümsüzlüğü İslam felsefesi içinde antikçağ düşünce geleneğinin devamı niteliğindedir.
İbn_i Sina’nın “Ölüm Korkusundan Kurtuluş” başlıklı risalesinde çarpıcı bir şekilde ölüm ele alınır, ölüme karşı duyulan kaygının nedeninin belirsizlik olduğu vurgulanması ve ölüme dair yazılanlar birçok çağdaş filozofun ilerisinde olduğu dile getirilmiştir.
Yunus Emre’nin, “Sular hep aktı geçti,Kurudu vakti geçti, Nice han nice sultan, Tahtı bıraktı geçti, Dünya bir penceredir, Her gelen baktı geçti” şiiri, onun yaşama, bu dünyanın geçiciliğine dair olan görüşlerini sadelikle dile getirir.
Çağdaş düşünürlere bakıldığında ölüme dair düşünceler büyük renklilik olduğu görülür, ama her bir düşüncenin kökenini geçmiş düşünürlerde bulmak mümkündür.
Martin Luther, “Her birimiz ölüme çağrılmışız ve hiç kimse başkasının yerine ölmeyecektir” demiştir. Spinoza için ölüm üzerine düşünmek yersizdir, gerçek olan bu dünyada yapıp ettiklerimizdir. Montaigne “Denemeler” inde ölümü şu şekilde anlatmıştır: “Ömrümüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün içindesiniz çünkü hayattan çıkınca ölümden çıkmış oluyorsunuz”. Başka bir metninde şunları belirtmiştir: “Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar bu düzendir”. Bu düşünceleriyle varoluşçu felsefe başta olmak üzere kendinden sonraki düşünürleri etkilediği dile getirilir. Jean-Jacques Rousseaus ölümün doğal bir şey olduğunu ve insanların onu doğallığıyla kabul etmesi gerektiğini belirtmiştir. “İnsan doğal olarak sürekli acı çekmeyi bilir ve huzur içinde ölür. İnsanı alçaltan ve ağız tadıyla ölmesine engel olanlar reçeteleriyle hekimler, öğütleriyle filozoflar, teşvikleriyle papazlardır.” demiştir. Ludwig Feuerbach ölüm ve ölümsüzlük düşüncelerini toptan reddetmiştir. Kierkegaard ölümün kesinliği, hafıza ve hatıra, ölümün öğreticiliği konusuna vurgu yapmıştır, onu şu sözleri çok çarpıcıdır:” Gönülden bir anlayış ölüm gece ise yaşam gündüzdür diyecektir. Eğer geceleyin hiçbir iş yapılamıyorsa, o zaman işimizi gündüzleri yapacağız. Gönülden oluşan kısa ve fakat harekete geçirici çığlığı, tıpkı ölümün kısa çığlığı gibi, bize şöyle sesleniyor:gün bugündür”.
Schopenhauer ölüm ve zaman konusunda zihnimizin yapısı nedeniyle konunun özüne ulaşamayacağımızı dile getirmiştir. Nietzche’nin ölümü ele alışı yaşamı gönülden onaylayıcı şiirsel bir tarzdadır. “Ölümünüz, insana ve yeryüzüne bir hakaret olmamalı dostlarım: ben, bunu istiyorum ruhunuzun balından. Ölümünüzde tininizin ve erdeminizin korları parlamalı hala, tıpkı yeryüzünü saran akşam kızıllığı gibi: aksi takdirde sizinkisi yanlış bir ölümdür.” demiştir. Heidegger için ölüm insan varoluşunun bir halidir, insanı doğum ile ölüm arasında bir bütün olarak ele almış olan filozof, insanı ölüme-yönelik olan- varlık olarak tanımlamıştır.
Varoluşçu filozoflardan aynı zamanda psikiyatrist olan Karl Jasper “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir” demiştir.
Ölümün düşünce tarihinde ele alınışını filozofların kaynak metinlerini derleyen Kaan Ökten’in “Ölüm Kitabı” ve Abdulkadir Çüçen’in editörlüğünü yaptığı çeşitli yazarların yazılarının derlemesinden oluşan düşünce tarihinde kronolojik bir sırayla ölümün ele alınışını irdeleyen “Yaşam ve Ölüm Felsefesi” kitapları Türkçe kaynak olarak bu konuya ilgi duyanlar için son derece değerlidir. Ölüm kavramı, düşünürlerin binlerce yıldır üzerinde konuştuğu, anlamaya çalıştığı bir konu olarak düşünce tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Felsefede özellikle batı felsefesinde ölüm kavramının yoğun bir şekilde üzerinde durulmasına karşın, psikolojide 1950lere kadar bir kaç bilimsel çalışma dışında “ölüm” konusuna araştırmalarda doğrudan yer verilmediği görülmektedir (41). Ölümün, insan psikolojisinde çok önemli bir belirleyen olan cinsellikle benzer bir kaderi paylaşması şaşırtıcıdır. Bunun nedenlerini açıklamaya çalışan yazarlar, aydınlanma ile beraber insan merakının ve yöneliminin teolojiden pozitivist bilimsel açıklamaya kaymasını ve maneviyat içeren değerlerin ile inançların ele alınmasının terk edilmesinin nedenler arasında sayılabileceğini dile getirmişlerdir. Ölüm, irade, sevgi gibi tanımlanması operasyonel olarak mümkün olmayan kavramların psikoloji biliminin araştırmalarında başlangıçta yer bulmamasına karşın, yirminci yüzyılın ortalarında özellikle Feifel’in yaşlılarda ruhsal sorunlar ile ilgili araştırmalarından sonra ölümün insan psikolojisine etkilerine dair duyulan merak artmaya başlamıştır .
Ölüm üzerine yapılan bilimsel çalışmalar kendisinden önceki çeşitli felsefi yaklaşımlardan özellikle varoluşçu felsefeden etkilenmiş, filozoflar tarafından öne sürülen düşünceler ya da bu düşüncelere bağlı yorumlar test edilmeye çalışılmıştır.
1970lerde ölüm korkusu, ölüm kaygısı gibi değişkenlerin ölçülmesine yönelik ölçme ve değerlendirme araçlarının geliştirilmesiyle, çalışmaların miktarında ciddi artış gözlenmiştir. Artan ilginin hala devam etmesine rağmen gerek konunun ele alınması ile ilgili metodolojik problemler, gerekse ölüme dair kavramların tanımlanmasıyla ilgili zorluklardan dolayı, Yalom ölüm kaygısının açıklığa kavuşturulmamış olduğunu öne sürmüştür.
Ersin Baltacı
baltaciersin@gmail.com
Caferağa mah. Mühürdar cad. No 83/1 Moda-Kadıköy
Tel: 0532 682 66 32